1920’ler deyince aklınıza neler geliyor? Caz Çağı, Kükreyen 20’ler veya çılgın, deli, görkemli, muhteşem… Bunların hem hepsi hem de daha fazlası olan Art Deco dönemi aynı zamanda tüm dünyanın bugünlere gelmesini sağlayan buluşların yapıldığı ve insanlık adına çok önemli şeylerin başlangıcı kabul edebileceğimiz bir dönemi de işaret ediyor. Geçmişe doğru kısa bir yolculuğa çıkyoruz…
1920’ler her anlamda tarihte bir dönüm noktasını teşkil ediyor. Ama ne dönüm noktası… Birinci Dünya Savaşı bitmiş ve eski düzene dair ne varsa dağıtmıştı. Deyim yerindeyse ortalık toz dumandı ve insanların büyük bir çoğunluğu açlık ve sefaletten değilse de hastalıklar ve beterleriyle boğuşuyor; boğuşmayan “şanslı” bir kesimse dünyanın çivisinin çıkmış olduğuna kalanları inandırmak istercesine eğleniyordu.
Yeni nesil politikacılar dünyayı ve düzeni değiştirmek için meydana çıkmış ve 1920’lere kimi dehşet (Mussolini) kimi de umut (Mustafa Kemal Atatürk) getirmişti. İşte böyle çalkantılı bir dönemde ortaya çıkan Art Deco akımı kendinden önceki süslü ve ihtişamlı Art Nouveau’nun form değiştirmiş hali dersek yanlış olmaz.
Ana fikir aynıydı ancak kullanılan malzeme ve formlar dünyanın gidişatından etkilenmiş ve zamana ayak uydurmuştu. Kübizm, Konstrüktivizm ve Fütürizm ile Bauhaus akımları Art Deco karışımının içerisinde belli oranlarda olsalar da nedense o hepsinden ayrı, canlı ve ihtişamlı olmuş ve kendinden uzun yıllar bahsettirmiştir. Sadece bahisle kalsa iyi, uygulamada da o kadar çok ve o kadar etkileyici örneği var ki…

Art Deco’yu kabaca modern teknoloji, geometrik formlar ve parlak renklerle tanımlayabilirsiniz. İki dünya savaşının arasındaki dönemde ortaya çıkması, sadelikten uzak ve kesinlikle lüks malzemeleri sevmesi onu zamanın ötesinde aynı zamanda çok da havalı yapmaya yeter. Bugün Chrysler Binası’na bakıp da etkilenmeyecek olanımız çok azdır. Mimarlıkta Art Deco’nun kendine geniş bir uygulama alanı bulması kaçınılmazdı çünkü yeni inşaat malzemelerinin farklı bir metotla kullanımı söz konusuydu.
Kendinden önceki Art Nouveau motiflerinin tamamen zıttı gibi gözüken stiliyle Art Deco mimarisi bilimsel ilerlemeyi, teknolojiyi ve o dönemin yaygın havasıyla “hızı” temsil ediyordu. Bu modernizasyon ve ekonomik büyümeye bağlı olarak gelen orta sınıfların görece zenginleşmesi yeni ortaya çıkan binaların tasarımlarında kendine yer buluyordu. Sadece onlarda da değil, transatlantikler, zeplinler, süper spor otomobiller ve aerodinamik trenler hatta tren istasyonları… Ankara Tren Garı’nı bilenler varsa Art Deco klişelerini de hemen hatırlayacaklardır.
Ülkemizdeki en iyi ve aslına uygun Art Deco stilindeki yapılardan birisidir. Ulaşımın, iletişimin ve paranın artması ve farklı ellere geçmesi bu akımın tüm insanlar arasında kolayca yayılmasını sağlayan unsurlardandı ama en önemlileri değildi. En önemlisi ümitti. Art Deco ümit aşılayan ve güzel günlerin geleceğini vadeden, parlak, canlı ve savaştan yıpranarak çıkmış insanların içine su serpecek kadar da berraktı. Art Deco ümit ve gelecek için ümitlenmekti.
O dönemde yaşamış ve iş yapmış sanatçı, mimar, tasarımcı ve yazarların hemen hepsi az sayıda ve görkemli eserler bırakmıştır. René Lalique cam ve obje tasarımıyla bilinse de aslında bir mücevher tasarımcısıdır. Bugün üretimi hala yapılıyor olsa da bir orijinal Lalique cam vazonuz veya parfüm şişeniz varsa oldukça lüks bir ürüne sahipsiniz demektir.
Mimar Eliel Saarinen, Helsinki Tren Garı’nı, William Van Alen ise Chrysler Binası’nı tasarlayarak insanlığa bu dönemi anıtsal bir boyutta eserlerle hatırlatmayı amaç edinmişler sanki. Grafik tasarımcı Edward McKnight Kauffer de hem kendi zamanında hem de günümüzde bile hala ismi anılan işinin ehli isimlerdendir. Ve resim konusunda dönemin en önemli isimleri arasında Paul Manship ve elbette Tamara de Lempicka’dan bahsetmemek olmaz…
Müsaade ederseniz, Bayan Lempicka üzerinde biraz durmak ve size onun neden Art Deco’nun resmini yapabilen yegane kişi olduğunu anlatmak yerinde olacak. 1898-1980 yılları arasında yaşayan sanatçı Klasisizm etkisinde Kübist resimler mi yapıyordu, yoksa ‘Amerikan Rüyası’nın peşinde Avrupa’dan ABD’ye göçmesinin ardından uğradığı hüsranı modernizm yanlısı bir şekilde mir esmediyordu, tartışılabilir. Ama o kadar kendine has birstili vardı ki, bırakalım kendi dönemini, hala çok konuşulan bir kültür kuramcısı gibidir.
20’inci yüzyılın hem bunalımı hem de şatafatlı hayatı onun resimlerinde izlenebilir. MonPortrait isimli otoportresinde, kendisini yeşil bir Bugatti sürerken resmetmiştir. Sadece bu imge bile bize dönemin ruhuna dair çok şey söyler. Bu kadınların da artık modern hayattan paylarını istedikleri bir dönemdir. Saçlarını kısa kestiren ve kısa etekler giyen, caz kulüplerinde sabaha kadar dans eden “flapper” kızlar, aynı zamanda çalışıyor, haklarını arıyor ve erkeklerle eşit olduklarını haykırmaya başlıyordu. Tamara de Lempicka’nın genellikle kadın bedenini konualdığı resimleri de işte tam da bu kadınları bize gösterdikleri için eşsizdir. O sebeple belki de bir resmine sahip olmak bugün dünyanın en karlı yatırımlarından birisi kabulediliyor.
Neden mi? Sanatçının geçtiğimiz 5 Şubat akşamı Christie’s Müzayede Evi tarafından satılan Portrait deMarjorie Ferry isimli eserine 16 milyon 280 bin İngilizs terlini ücret ödendi. Resim efsanevi tasarımcı Wolfgang Joop’un koleksiyonuna 10 yıl önce dahil olmuştu. O zaman tasarımcı bu resmi 500 bin ABD doları gibi bir fiyata aldı diye konuşulur. Neresinden bakarsanız oldukça karlı bir yatırım değil mi?
Sıradan ve gelip geçici bir stil akımı veya dekoratif stil olarak adlandırmaya meyilli birçok insanın aksine ArtDeco’nun tüm insanlığın kültürel ve düşünsel mirasını sırtlanmış olduğunu düşünmeyi yeğlerim. Güzel, iyi, umut vadeden, coşku uyandıran, zevk veren bir sanat akımını ve onun ürünlerini yaşadığımız her yerde görsek belki dünya bugün daha başka bir yer olurdu. O sebeple Art Deco’nun daha birçok yüz yıl boyunca insanlıkla birlikte olmasını ve yaşamasını dilerim. Mutlu yıllar Art Deco ve onun ismini sayamadığım kahramanları…